Salı, Haziran 12, 2007

Enerjide Ampül Sorunu!


Mart 2007 tarihinde yazdığım Enerji’de Ampül Sıkıntısı başlıklı yazımda dikkatinizi çekmeye çalıştığım yaklaşan Enerji Krizi ile ilgili olarak meydana gelen gelişmeleri dikkatinize sunmak isterim.


İlk gelişme hatırlanacağı üzere; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Dünya Bankası tarafından ortaklaşa düzenlenen 'Türkiye'de Elektrik Arz Güvenliği Çalıştayı'nda dile getirilmiş ve enerji bürokratları, özel sektör temsilcileri, gerekli önlem alınmazsa 2008 yılı yaz aylarında pik saatlerde elektrik talebinin karşılanmasında zorlanılacağını ve 2009 yılından itibaren elektrik arz açığı yaşanmaya başlanacağını bildirmişlerdi.

30-31 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen ICCI konferansında da sektor temsilcileri ve Enerji bürokratları deyim yerindeyse kavgaya varan tartışmalarda bulundular.

Dün de ülkemizde düzenlenen “Türkiye ve AB; Avrupa Enerji Politikası için Hep Birlkte Elele” konferansında da açıklama yapan Avrupa Komisyonu Enerji ve Ulaşım Müdürlüğü Genel Müdür Yardımcısı Fabrizio Barbaso aynen şunları söyledi;
“Enerji Sektörü AB’nin ve Türkiye’nin ekonomik gelişimi için HAYATİ öneme sahiptir Türkiye’deki serbestleşmenin rekabetçi bir piyasa yaratması açısından hala eksiklikleri var. Devletin enerji piyasasındaki rolü çok fazla. Türkiye için en önemli sorun ise fiyatların ÇOK DÜŞÜK olması; fiyatları belirleyen mekanizmaların iyi işlememesi ve bunun sonucu olarak ÖZEL SEKTÖRÜN enerjiye yatırım yapmaması. Türkiye kısa bir süre sonra DÜŞÜK KAPASİTE sorunu yaşayabilir…”

Şimdi, biraz geçmişe gidelim ve bir ufuk turuna çıkalım. İş bilir AKP hükümetimiz! 2002 yılından bu yana enerjiye yatırımı hep geri planda tuttu ve işi özel sektöre attı. Hatta dedi ki enerji fazlamız var bizden öncekiler Türkiye'yi enerji santralı çöplüğüne çevirdiler, rant sağladılar!!!

Bu söylemin 3-4 yılda çöpe gitmesi vizyonlarının ne kadar geniş olduğunu da hepimize göstermiş oldu. 2002 yılından bu yana sürdürülen populist enerji politikasının daha doğrusu politikasızlığının artık tutunacak dalı kalmamıştır. Maalesef Türkiye'yi karanlık günler beklemektedir.

Bakınız Enerji Bakanımız her yerde halkımızın cebine zam yapmayarak 10 milyar dolar koyduk diye caka satıyor da, son 4 yılda kümulatif enflasyonun %55 civarında gerçekleştiğini, üstüne üstlük doğalgaz fiyatlarında da bunun neredeyse 2 katı bir artış olduğunu düşünürsek, 4 yıldır bize fahiş fiyatla elektrik sattıkları da ortaya çıkmıyor mu? Ya da bu politika sonucunda ülkemizi Enerji'de çok daha kötü bir duruma düşürdüklerini görmüyor mu?

Neyse biz devam edelim... AKP popülist bir yaklaşımla maliyet artışından kaynaklanan zammı yapmayınca devlet bu işi sübvanse etmeye başladı, tasarruf edip yatırım yapamadı, özel sektörde yatırım yapmayınca alın size Enerji'de arz güvenliği sorunu....

Biraz da teknik bilgi verelim. TEİAŞ’ın Aralık 2006 tarihinde yapığı üretim kapasite projeksiyonlarında “döner yedek” oranı %3-4 alınarak krizi kağıt üstünde 2008 sonu 2009 başına taşımış. “Döner yedek” de ne derseniz, o da şudur; Santral işletmeciliğinde kullanılan bu terim bir anlamda yedekte tuttuğunuz güç demektir. Bu oran AB ülkelerinde %10 ile %25 arasında değişir. Bizim gibi Enerji’de dışa bağımlı ülkelerde bu oranın %25’e yakın olması gerekir ki herhangibir santral herhangibir nedenle devreden çıktığında sisteminiz çökmesin. Bugün itibarı ile üretim-tüketim dengesi eşit seviyeye gelmiştir ve 1000 MW’lık bir kesinti de Türkiye üzerinde dolaştırılarak halkımıza hissettirilmemeye çalışılmaktadır!

Pekiyi şimdi ne olacak? Güvenilir güç yedeğiniz olmaz ise; santrallarınızda arıza olursa, dünyada bir kriz olursa veya etrafınızdaki ülkelerde ya da petrol ve doğalgaz alımı yaptığınız ülkelerle sorununuz çıkarsa ne yaparsınız? Büyük enerji devlerine muhtaç hale gelirsiniz ve yüksek faizle borçlanarak hemen santral yatırımları yapmaya başlarsınız. Enerji pahallı hale gelir, her alanda rekabet gücünüz de azalır. Her nedense alım yaptığınız ülkelerle sorunlarınız da bu yatırımlar bittiğinde birden halloluverir. Dünyada Enerji devleri tarafından oynanan oyunun ana teması da budur zaten... Baksanıza ziyaretlerini sıklaştırmaya başladılar bile...

Bugün itibarı ile ülkemiz alternatifsiz, projeli ve vizyon sahibi AKP sayesinde bu oyuna gelmiş durumdadır. Önümüzdeki 10 yılda akut hale gelebilecek karanlık günlere hazırlıklı olunuz. Önümüzdeki dönemde kim iktidara gelirse gelsin, kucağında bulacağı en önemli sorun “Enerji” sorunu olacaktır. Ama çözüm her zaman olduğu gibi pahallıya mal olacaktır!

Dini Türban ettiler!


Geçen hafta oğlumu okulundan almaya gittiğimde okul müdiresi ile bir velinin konuşmalarına dahil oldum. Bu konuşmanın içeriği o kadar önemli ve aynı zamanda o kadar ezber bozan bir hikaye içeriyor ki sizlerle paylaşmadan edemedim. Kendisi ile bundan bir sure önce “türban” üzerinden hararetli bir tartışma yaşamış olduğumuzu da belirteyim.


Oğlumun sınıf arkadaşının annesi Avukat ve geçen hafta içinde 3 günlük bir iş için Erzurum’a 2 Avukat arkadaşı ile birlikte bir seyahat yapar. Bundan sonrasını kendisinden aktarıyorum;
“Herşey Sabiha Gökçen Havalimanın’da başladı… Önümde peçeli, çarşaflı, türbanlı bir grup bayan vardı, bu bayanlar güvenlikten hiçbir müdahale ile karşılaşmadan geçtiler ve sıra bana geldi. Bende aynı şekilde geçecekken, polis memuru; “Lütfen ceketinizi çıkartın ve sepete koyun”dedi. Ben de önümdeki bayanlar da pardesü, ceket ve çarşaf vardı ama böyle bir istekte bulunmadınız diye itiraz ettim. O zaman bana onlardan böyle bir talepte bulunamayacaklarını, çünkü pardesü ve diğer giysilerin elbiselerinin bir aksesuarı olduğunu ve uygulamanın bu şekilde olması için yukarıdan talimat aldıklarını ifade etti!


Erzurum’a indikten sonra dehşetim devam etti. Başı örtülü olmayan neredeyse tek kadın bendim ve insanların bana bakışlarından o kadar rahatsız oldum ki anlatamam. Bu bakışlarda başımın açık olmasından dolayı bir sevecenlik yoktu, bu bakışlarda bir nefret ve aşağılama vardı. Devlet dairelerindeki işlemlerde yanımda 2 Avukat arkadaşım olmasa neredeyse dövecek gibi bakan memurlarla ve türbanlı memurelerle karşılaştım… İşimiz bitip İstanbul’a dönerken nereden nerelere geldiğimizin ayırdına daha kolay vardım bu sefer dedi.”

Evet, şimdi gelelim sadede ve Türban demokratlarına!!!

Bugün itibarı ile Türkiye Cumhuriyeti laik-antilaik ayrışması adı altında şekillenen büyük bir tehlikenin içindedir. Ve maalesef bizi bugünlere kadar 1950’den bu yana iktidar olmuş olan sağ partiler getirmiştir. Dini kullanarak, dini söylemler ve dini semboller üzerinden politika yaparak dinci kesimi özellikle de tarikatları ve cemaatleri kontrol altına alabileceklerini düşünmüşler ama sonunda devleti kendi elleri ile bu kesimin eline adeta teslim etmişlerdir. Ve toplumda "daha dindar olma ya da daha dindar" görünme yarışının başlamasına sebebiyet vermişlerdir.
İslam dinine de en büyük kötülüğü “Dini Türban Ederek” yapmışlar ve inancı semboller üzerinden bir siyasi söylem ve siyasi çıkar haline getirmişlerdir. Bunun en güzel kanıtı ise bu söylemin bayraktarlığını yapan kişilerin şahit olunduğu üzere önce MÜCAHİT, sonra MÜŞAHİT şimdilerde ise MÜTEAHHİT olmalarıdır. Oysa ki Anadolu’muzda 1, 000’lerce yıldır kadınlarımız Sümerlerden bu yana başörtüsünü, yemeniyi, yazmayı, tülbenti, eşarbı sever ve başına takar. Siyasal İslamın simgesi değildir bu örtünme yönetimi ve hiçbir zamanda olmamıştır. Aynen yazının ekinde bulunan fotoğraftaki yaşlı ninenimiz gibi...

Türbanı bir demokrasi ve bireysel özgürlük diye savunanların anlamadığı veya anlamak istemediği nokta işte yukarıda anlattığım hikayede gizli aslında. Türban dinin politize edilmesinde kullanılmaktadır. Siyasi bir sembol haline getirilmiştir ve artık bir baskı aracı haline dönüştürülmektedir. Başbakan’ın her insanın bir dini olması gerektiğine, kimsenin laik olamayacağına inanması ve en korkutucusu da herkesin dinin aynı yorumunu paylaşacağını sanmasıdır. Bu nedenle ülkemizde Türban için istenen özgürlüğün ve mağduriyet söyleminin din ve vicdan özgürlüğünün temel koşulu olduğunu söyleyebilmek inandırıcı ve gerçekçi değildir.
Laikliğin Cumhuriyetimizin temel bir ilkesi olarak korunacağının unutulmaması ve inancı, düşüncesi, dünya görüşü ve felsefesi ne olursa olsun tüm bireylerin laiklik prensibini geri dönüşsüz bir şekilde özümsemesi ve böylelikle Türbanı siyasal İslam’ın dini sembolü olmaktan kurtarması gerekir ki, Türban ne takan için sıkıntı ne de takmayan için bir rejim veya sistem sorunu olsun.

Unutmayalım demokratik bir ülkede devletin dini olmaz. Ancak o ülkede yaşayan vatandaşların inançları, dinleri vardır. Devletin görevi din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde vatandaşlarının inançlarına saygı duymak ve dini ibadetlerini rahatça gerçekleştirebilmelerine olanak tanımaktır. Bu da ancak özde ve sözde LAİK olunarak korunur. Yoksa laik olmadan laik bir devleti yönetmek nasıl oluru cevaplamak durumunda kalırsınız ve ülkenizin benden olan olmayan, dindar olan olmayan gibi gruplara bölünmesine yol açarsınız.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

CHP GERİLİMİ Mİ?

Sürekli olarak ülkemizde LAİKLİK üzerinden GERİLİM poiltikası uygulandığı ve bundan yararlanılmak istendiğini basınımızın güzide köşe yazarları ile bazı aydınlar dile getirmekteler...Bunun da vebalini her zaman olduğu gibi CHP'ye ve Sn. Baykal'a atıyorlar!
Bir bakalım acaba GERİLİM POLİTİKASINI aslında kimler yürütüyor?
Mesela, aşağıdaki sözler kimlerindi hatırlayanınız var mıdır?
“Laik sistemin sonu geldi, artık devleti daha İslami bir yapıya dönüştürmek lazım”
“Laik düzen başarısız oldu bu düzeni değitireceğiz” (Danıştayın ve AİHM’nin türban kararı sonrası)"Efendi bu senin işin değil, ulemanın işi, ona sorsana”
“Hitler’de Laikti”
“Yeni Cumhurbaşkanı adayımız İslam Alemine Kutlu Olsun”
“Sivil, dindar ve demokrat bir Cumhurbaşkanı seçeceğiz”
“Cumhurbaşkanlığı seçimi için herkesin eline çelik-çomak verdik oynasınlar”“Cumhurbaşkanını biz seçeceğiz, yeni Türkiye’ye hazırlıklı olun”
“Sindire sindire geliyoruz, 15 sene sonra her şey daha farklı olacak”
“Halk isterse laiklik tabii ki gidecek”
“9 yaşına gelen kızlar evlenebilirler”
“Bu vakıf işleri Allah’ın rızasını uygundur”
“Milli Görüş ve Fettullah Gülen Cemaat örgütlerine her türlü yardım yapılsın”
Ama tabii ki bütün bunların GERİLİM ile ilgisi ne ki? Bunlar demokratik söylemler..Hem ekonomide iyi değil mi?O kadar iyi ki mesela Devletin İç borcu 190 milyar dolar, dış borcu 70 milyar dolar, özel sektörün dış borcu 140 milyar dolar, kişilerin şirketlerin değil, borcu 60 milyar dolar (2002’de 2,5 milyar dolardı!)!!!!
Durun bir dakika toplayınca sanki GSMH’yı geçiyor mu ne? Yok yok yine GERİLİM yarattım galiba…
Bence GERİLİMDEN, merilimden uzak durmak lazım…

Perşembe, Nisan 26, 2007

BOP'UN GÜLÜ

AKP, Cumhurbaşkanı adayını belirlemiştir. Aday belirleme sürecinde hiçbir siyasal parti ile hiçbir şekilde uzlaşmadan bu işi yapmıştır. Anayasamızın ve Cumhuriyetimizin devlet geleneklerine taban tabana zıt bir süreç sonunda kararını adeta tebliğ etmiştir. Böyle bir aday belirleme sürecinden gelecek olan bir Cumhurbaşkanının tarafsız olmasını kimse beklemesin…

Belirlenen aday aslında amaçlarının da bir işaretidir. Ilımlı ve tarafsız bir aday yerine parti politikalarını belirlemiş ve içinden gelmiş biri adeta İNADINA aday gösterilmiştir. Böylelikle Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ülkemizi biçilen ve federasyonlardan oluşacak “Ilımlı İslam Devleti” için gerekli iç çatışmalara da ortam hazırlanmaktadır.

Bu aday, AKP’nin Cumhuriyetin ulusalcı niteliklerini değiştirmekte kararlı olduğunun bir göstergesidir. Bu aday aynı zamanda tabanlarına da bir mesaj niteliği taşımaktadır. Amaç devlet kurumları ile çatışmanın bir inanç meselesi olduğundan bahisle halkımızı laik anti-laik olarak ayrıştırmak ve çatışma sürecini hızlandırmaktır. Böylellikle ulusal hak ve çıkarlarımızın savunulması yerine laiklik anti laiklik konusu halkımızın gündemine oturacaktır.

Bu aday ile AKP’nin siyasi hedefi olan ve kuruluş felsefesinin altında yatan amaç Cumhuriyetin kuruluş felsefesini yerle bir etmek ve kendilerince din eksenli ve federasyonlara dayalı bir devleti küresel güçlerle birlikte yönetmektir. Bu bir komplo teorisi değildir, bütün bunlar Büyük Ortadoğu Projesi planlayıcıları ve AKP yöneticileri tarafından açıkça ifade edilmektedir.

Bu yüzden Küresel Aktörler ve Büyük Ortadoğu Projesini planlayanlar bu görevde Türkiye’nin rolünü iyi yerine getirmesini sağlayacak tek iktidar olarak AKP iktidarını görüyorlar. Bunun içindir ki ne küresel güçler AKP iktidarından vazgeçiyorlar, ne de AKP Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olmaktan. Ne gaflettir ki hala AKP’nin değiştiğine inanan ve alternatifsiz olduğunu dile getirenler var bu ülkede; Her şeyi parayla ölçen ve oluşturulan sahte saadet zincirinden yararlananlar, şirketlerini satanlar, Büyük Türk Büyükleri, mütareke medyası, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenler, her şeyi başkasından ve özellikle de siyasilerden bekleyenler, biz Türklerden adam olmaz diyenler, mandacı yazarlar, vs. vs. vs.

Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler süreci Türkiye için hayati değerdedir. Bu ülkeyi yöneten ve yönetme amacıyla ortaya çıkanlar üzerinde milyonlarca insanımızın ve şehitlerimizin vebali vardır. Anadolumuzda 1000 yıldan bu yana süregelen birlikte yaşama geleneğimiz, ananelerimiz böyle bir kardeş kavgasına sebebiyet verecek çatışmalara girmeyecek, rağbet etmeyecektir.

Ama öte yandan ülkemiz tarihinin en büyük tehdidi ile karşı karşıyadır ve Tehlikenin Farkındalığının da ötesine geçilmiştir. Artık Birlik olunmalı ve harekete geçilmelidir…

Şunu hiçbir zaman unutmayalım NAMEVCUT HER ZAMAN HAKSIZDIR!!!!

Pazartesi, Nisan 16, 2007

14 Nisan'da Meydanda Yoktular!

14 Nisan "Cumhuriyetine Sahip Çık" mitingininin yapıldığı Tandoğan meydanına baktığımda genci ile yaşlısı ile esnafı ile çiftçisi ile köylüsü ile memuru ile avukatı ile mühendisi ile mimarı ile doktoru ile tüccarı ile askeri ile HALKI gördüm de bazıları yoktu meydanda...
Büyük Türk Büyükleri yoktu meydanda,
Adı büyük medya yoktu meydanda,
Adı büyük medyanın mandacı köşe yazarları da yoktu meydanda,
Sağ partilerin yöneticileri de yoktu meydanda,
Dinci basın da yoktu meydanda,
Anlı şanlı iktisatçılarımız da yoktu meydanda,
Kendilerine sivil toplum örgütü denen işbirlikçilerin yöneticileri de yoktu meydanda,
Borsacılar da yoktu meydanda,
Demokrasi havarisi neo-liberaller de yoktu meydanda,
Numaracı cumhuriyetçilerde yoktu meydanda,
Asker düşmanlarını da göremedik meydanda,
Türk karşıtları da yoktu meydanda,
Yüksek siyaset dışında başka işleri olmayan belediye başkanları da yoktu meydanda,
Yani demem o ki bunlar yoktu meydanda...
Hangi meydanda yoktular pekiyi; "Cumhuriyetine Sahip Çık" mitingi meydanında...
Ama " Artık Yeter Diyen" HALK CUMHURİYETİNE SAHİP ÇIKIYORDU...
Resmi ideolojisi LAİKLİK üzerine kurulu CUMHURİYETİNE sahip çıkıyordu...

Çarşamba, Mart 28, 2007

İmar Vahşetine Çözümler!

Bir önceki yazımda ülkemizdeki "İmar vahşeti" ve nedenleri hakkında görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım. Şimdi ise çözüm önerileri hakkındaki nacizane fikirlerimi sıralayacağım;
1- Önce şehir sonra binalar tasarlanmalıdır.
2- Şehirlerin işlevsel alan bölünmeleri yapılmalıdır.
3- Şehirlerin her mahallesinde, en az bir adet, geniş meydanlar yapılmalıdır.
4- Toplumsal kullanıma açık alanların bireysel kullanıma açık alanlara olan oranı yüksek olmalıdır.
5- Aynı sıradaki ya da konumdaki binaların dış cephe, yükseklik, bina sıfır kotlarının mutlaka aynı olması sağlamalıdır.
6- Her mahalleye kapalı otopark yapılmalıdır. Yeşil alanlar, parklar ve çocuk parkları her mahallede olmalıdır.
7- Semt yoğunluğuna göre bina planlaması yapılmalıdır.
8- Bitmemiş binaların kullanıma açılması kesinlikle önlenmelidir.
9- İstanbul gibi yoğun göç alan illerimizde en az 10 sene sanayi üretimi yatırımına izin verilmemelidir. (iç göçün önlenmesi için)
10- Parsel planlamasından Ada planlamasına geçilmelidir ki daha düzenli bir yapılaşmaya gidilebilsin.
11- Parsel planlamasından Ada planlamasına geçtikten sonra eski binaların yenilenmesi hususunda ada içerisindeki binaların birleştirilmesi ve gerekirse de kat ilavesi izni verecek düzenlemelerin yapılması sağlanmalıdır.
12- Her şehrin şehir plancılarından ve mimarlarından oluşan bir üst kurul aracılığı ile silüeti, rengi, duruşu ve tarzı belirlenmeli ve buna göre her binanın dış boyası dahil planlanması yapılmalıdır.
Yukarıda sıraladığım öneriler çoğaltılabilir ama önemli olan bunları hayata geçirebilmektir. Bu şekilde şehirlerimizin estetiği düzelecek ve bir tarzı olacaktır.

Salı, Mart 27, 2007

İMAR VAHŞETİ

Ülkemizde tüm şehirlerimizde ve özellikle de İstanbul’da yaşanan “İMAR VAHŞETİ” şehirlerimizi yaşanamaz hale getirdiği gibi uzun vade de içinden çıkılmaz boyutlara taşıyacaktır.

Plansızlık neden bizim değişmez yazgımızdır? Neden önce altyapıyı hazırlayıp sonra inşaat yapmayı bir türlü beceremiyoruz? Neden şehirlerimiz çarpık çurpuk? Neden şehirlerimiz refahın ve kaliteli bir yaşamın merkezi olamıyor? Neden mimarimiz Avrupa’daki şehirler gibi bütünsel ve estetik değil? Yoksa bunun sebebi ünlü bir siyasetçimiz dediği gibi “Bize plan değil pilav lazım” sözüne olan inanç mıdır?

Bu sorulara yanıt bulmak için bazı kavramları yerine oturtmamız gerektiğine inanıyorum. Öncelikle 1950 ve ağırlıklı olarak da 1980 sonrası gündemimize oturan ve toplumumuzun damarlarına kadar sirayet etmiş “kolay yoldan para kazanma, köşe dönmeci zihniyet”in yani kişisel çıkarları toplumsal çıkarları düşünmeden arttırmanın sonuçlarını en çarpıcı biçimde şehirlerimizde çarpık yapılaşma ile görüyoruz. İlginç olan bu durumdan ilgili ve yetkili tüm tarafların şikayetçi olması ama hala çözüm için bir yol bulunamamasıdır. Burada bir parantez açıp, kavramlar konusuna gelelim;

Medeniyetler şehirlerde gelişmişlerdir. Yani Medeniyet aslında şehirli yaşamıdır. Meslek sahibi insanların birarada yaşadığı ve kaliteli hizmet ürettiği yerlerdir. Medeniyetin olduğu yerde iş bölümü vardır, bunun sonucu olarak da mekan bölümü oluşur. Yani her mekanın şehirde kaliteli bir yaşam sağlanmasına katkıda bulunacak şekilde bir işlevi ve konumu vardır. Mimarisi estetik olmayan daha da önemlisi planı olmayan şehirler Medeni olamazlar.

Mimarisi olan şehirler aynı zamanda Medenidir yani Mimariye Medeniyettir de diyebiliriz. Amma velakin, kuralları olmayan, kurumları düzgün işlemeyen, teknoloji birikimi olmayan, geleneklerine ve göreneklerine bağlı olmayan ve biz bu yaşadığımız coğrafyayı bir plan dahilinde imar edip güzelleştireceğiz demeyen bir toplum Medeni olamayacağından Mimari bir zenginliğe de sahip olamaz.

Tüm bunlardan once Medeniyetin oluşmasının ve sürdürülebilmesinin ön koşulu “Hukuk”tur. Hukuk olan yerde toplumsal çıkarlar kişisel çıkarlardan üstündür. Çünkü toplumsal çıkar sağlandığında herkesin kişisel çıkarı da arzuladığı kadar olmasa da büyük ölçüde sağlanmış olur. Ortak paydaların adil paylaşımı bu şekilde sağlanır ve şehirlerin refahı buna bağlı olarak artar.

Şimdi gelelim ülkemize…Maalesef özellikle 1980 sonrası uygulanan neoliberal-alaturka politikalar sonucu ülkemizde kişisel çıkarlar toplumsal çıkarlardan daha önde gelmektedir. Herhangibir sorunla karşılaşıldığında genelde ben ve yakınlarımın hakları için üçüncü şahısların haklarını çiğnemek bir sorun olarak görülmez! Bunun sonucunda da şehirlerimizde bireysel kullanıma sunulmuş olan yapılar, toplumsal kullanıma sunulan alanlardan daha fazla olmuştur. Çarpık yapılaşmanın ve şehirlerimizin yaşanamaz hale gelmesinin asıl nedeni de budur. Onun için önce binaları tasarlarız sonra da şehirleri…Sonuç bugünkü İstanbul’dur.

Çözüm önerileri ise bir sonraki yazının konusudur…

Cuma, Mart 09, 2007

Hangi Partiye Oy Vermeli?

“Hangi partiye oy vereceğim” sorusu hepimizin kafasını giderek artan bir şekilde meşgul etmeye başladığı bu günlerde, ülkemizin yakın tarihinde siyasette ve ekonomide yaşananları tarihsel bir kronolojide sizlerle paylaşmak istedim, sonunda da kendi fikrimi yazdım.

1978 yılında ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası “Washington Uzlaşması” adı verilen bir belge üzerinde anlaştı. Bu anlaşma ana hatları ile tüm dünyanın serbest ticarete açılmasını sağlayacak, kamunun ekonomiden eline çekmesi için gerekli politikaları üretecek, özelleştirmeye hız verecek prensipleri içermekteydi. Ne ilginçtir ki bu belgenin teknik ayrıntıları 1979 yılında Turgut Özal tarafından Türk iş insanlarına ve ekonomistlerine Otel Pera’da ki bir sempozyumda anlatıldı!

O dönemde Afganistan Rus işgali altına girmişti ve Batı’nın Rusya’yı “Yeşil Kuşak” ile çevirme stratejisi delinmişti. Hemen önlem alınmalıydı. İran’da Humeyni devrimi 1979 yılında gerçekleştirildi ve radikal dinciler iktidar oldu. 1980 Yılında ise ülkemizde Washington uzlaşmasının ilk uygulandığı program olan 24 Ocak kararları devreye sokuldu ve 12 Eylül askeri darbesi oldu.

Bu darbe sanki aşırı dinciler ile teröre karşı yapılmış bir darbe gibi önceleri lanse edildi ama sonrasında görüldüğü üzere darbe sola karşı yapılmıştı. Yani komünizmin başını ezmek için yapılan bir darbeydi bu!!! Ve Türkiye büyük bir hızla Türk-İslam sentezi adı altında dini yönü ağır basan bir sisteme doğru sürüklendirildi. 1981 yılında da Yunanistan deyim yerindeyse apar topar AET’ye 10. üye olarak alındı. Böylelikle Rusya ile Batı ve Enerji kaynakları arasında ki “Buffer Zone” tamamlanmış oldu…

Gelelim yine ülkemize…

Çok partili yaşama geçtiğimizden bu yana tam 56 yıl geçti ve bu süreçte şaka değil ama 3 ordu müdahalesi yaşadık ve 7-8 yıl da ülkemizi Ordu yönetti ama geriye kalan 48 yıl da bizim seçtiğimiz siyasiler yönetti bu ülkeyi. Tüm müdahaleler öncesinde de, ülkeyi yöneten siyasiler derin siyasal ve ekonomik krizler yaratmadılar mı?

Bu 48 yılın 40 yılında ve Ordu'nun müdahale sonrası 7–8 yıllık döneminde ülkemizi sağ ve din eksenli partiler yönetti. (10 yıl Menderes, 11 yıl Demirel, 6 yıl Özal, 4 yıl Yılmaz, 4 yıl Çiller/Erbakan, 5 yıldır Erdoğan) Bu iktidarlar bu süre zarfında tüm bürokrat atamalarını yapmadılar mı? Buna Ordu'nun atamaları da dâhil değil mi? Ülkemizde özellikle 1980 sonrası milliyetçi/muhafazakâr ve dinci bir yapılanma olmadı mı? Olmadı diyenlere cevabım aşağıdaki paragraftadır;

Kenan Evren, 20 Haziran 1986’da darbeci paşalarla birlikte kurduğu “Atatürk Yüksek Kurulu”nu Turgut Özal’ın da desteği ile toplar ve yönetir. O Toplantıda “oybirliği” ile kabul edilen raporda alınan karar aynen şudur;

“Türk-İslam Sentezi”ni temel alan bir kültürün tüm ulusa kabul ettirilmesine karar verilmiştir.” Böylelikle dinin, inançların siyasete alet edilmesinin de yolu açılmış oldu.

Tamamen sağ politika ve din ekseni üzerine kurulu milliyetçi-mukaddesatçı bir devlet yapılanması oldu ülkemizde…

Sağ ve din eksenindeki bu partiler ülkeyi yönetilemez duruma getirdiler ve tam 19 kez ekonomik kriz ardından da 19 kez IMF boyunduruğu yaşadık! Hepsinde de harfi harfine uyduk IMF'nin söylediklerine ve hepsinde de battık!!! Sonuçta son 20 yılda 1 trilyon USD dolarının üzerinde bir rakamı faiz olarak ödedik!!! Hala para gelsin diye dünyanın en yüksek faizini ödüyoruz! Buna rağmen, hala bizim sermayemiz yok, onun için buna mecburuz diye korkutuluyoruz da kimse çıkıp bugüne kadar bankalarda ve kamu ihalelerinde batan paranın nereye ve kime gittiğini konuşmuyor!

Ayrıca siyasette büyük kayırmalar, yapılan yolsuzluklar, Hazine’nin yağmalanması, özelleştirme adı altında ülke kaynaklarının çarçur edilmesi, bankaların ve kamu kuruluşlarının yağmalanması, peşkeş çekilmesi, kendi zenginlerini yaratmalar...

Bugünkü kafatasçı milliyetçi ve dinci söylemlerden, anti-demokratik yasalardan, bürokrasiden hepimiz şikayet etmiyor muyuz? Bunların hepsini yapanlar sağcı, dinci, projeli, vizyonlu, alternatifsiz olarak lanse edilen partiler ve mensupları değil miydi? Aslında hepsi de ismi değişmiş de olsa aynı parti ve mensupları değil miydi?

Yukarıdaki listeyi daha da uzatabiliriz ama sonuçta bugünlere geldik ve dün Meclis’te yaşananları gördük hepimiz…Hala sağ alternatiflere bakılabiliyor olunmasının gerçekçi bir açıklamasını maalesef bulamıyorum. Çünkü bence bu aynen sigara tiryakisinin, sigara içmezsem hayat bana cehennem oluyor demesi kadar doğru ve yine onun kadar yanlıştır.

Eğer “Böyle gelmiş böyle gider” deniyorsa mesele yoktur. Ama ülkemizin geleceğinden, çocuklarımızın geleceğinden en ufak bir kuşku dahi duyuyorsak çareyi sağ ve dinci söylemleri olan partilerde bulamayız diye düşünüyorum. Yoksa Suudi Arabistan’da ya da Dubai’de de ekonomik huzur ve istikrar var.

Önümüzdeki seçimlerde mutlaka oyumuzu kullanmalı ve Tercihimizi yaparken daha soğukkanlı
ve daha ileriyi düşünerek karar vermemiz gerektiğine inanıyorum.